Böyle bir anayasayla yönetilmekten azap duyuyorum. Türkiye böyle bir anayasaya müstahak değil. Ülkeye yazık” diyor 40 yıllık hukuk adamı, Eski Yargıtay Başkanı ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami Selçuk. Ve çok net konuşuyor: “Bu anayasa toptan değiştirilmelidir. Yoksa kaldığı sürece, her lider diktatör, her iktidar otoriter olabilir. Çünkü Anayasa buna açık!”
Yıllardır, neredeyse yürürlüğe girdiğinden bu yana 1982 Anayasa’nın değiştirilmesi gerektiğini söylüyor. Öyle madde madde değil, toptan... Peki bu güvensizlik ortamında, bu Meclisin kavgasız dövüşsüz yeni bir anayasa hazırlaması mümkün mü? Çok düşünülüp taşınılmış bir önerisi var Eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un... “Bu Meclis, yeni bir anayasa hazırlayamaz. Çünkü bütün zamanlar için geçerli bir anayasa ancak uzlaşmayla mümkün, ki o da bu Mecliste yok” diyor. Selçuk’a göre, sorun doğru yöntemi bulup onun üzerinde uzlaşmakta. Bunun içinse toplumun her kesiminin temsil edilebileceği bir kurucu kurultay ya da meclis oluşturulması gerek. Bu kurultay pekâla herkesin uzlaşabileceği bir anayasa hazırlayabilir. Peki ya bu olmazsa?.. Yanıtı çok açık; “Bu anayasa kaldığı sürece, her lider diktatör olabilir, çünkü getirdiği sistem buna açık. Çünkü bu sistemde hiçbir milletvekili vekillik yapmıyor, onu aday gösteren, seçtiren genel başkanının ağzına bakıyor. O ne derse ’evet’ diyor. Kimse kendini aldatmasın böyle bir ülkede ne güçler ayrılığı kalır ne de demokrasi!”
Son bir sözü var Selçuk’un; “Bugün ülke otoriter bir yönetime doğru gidiyor diye kaygılananlar haksız değil. Çünkü sistem buna elverişli. Yoksa başbakan Ahmet ya da Mehmet olmuş fark etmez. Diyorum ki; “Gelin yeni bir anayasa yapalım, sistemi değiştirelim, bu kaygılar da bitsin.”
Hocam, Anayasa’da değişiklik en çok nerelerde yapılmalı?
Ben en çok erkler ayrılığı ilkesi üzerinde duruyorum. Ama şimdi şöyle bir durum var, herkes “Anayasa’da değişiklik yapılsın” diyor da bu değişiklik nasıl olacak? Muhalefet buna “evet” demezse, çok zor. İktidar referanduma gitmek istiyor ama o da yanlış. Çeşitli görüşler ileri sürülebilir ama bu Anayasa, eğer Meclis tarafından hazırlanırsa, açık konuşalım o zaman çoğunluk partisi hazırlayacak demektir onu... Ve eğer referanduma sunulursa ben kalıcı olacağını hiç düşünmüyorum. Toptan kaldırılması gerekir bu Anayasa’nın. Yıllardan beri söylüyorum, bu Anayasa meşruluğunu yitirdi. Arkasında kimse durmuyor artık. Hatta Evren Paşa bile durmuyor... Var olan Anayasa’yı düzeltmek ya da değiştirmek suretiyle hiçbir sonuca ulaşamazsınız. Neden derseniz, ben 40 yıllık deneyimimde bir şey öğrendim; birisi herhangi bir metni kaleme alır, size getirirse, düzeltmeye kalktığınız zaman o metinde mutlaka yanlışlık yaparsınız, çelişkiye düşersiniz. Kendiniz kaleme alırsanız hem zaman yitirmezsiniz hem de ortaya doğru düzgün bir metin çıkar. Onun için bu Anayasa ile oynamaya kalkarsanız kesinlikle çelişkiye düşersiniz.
1982 Anayasası’nın değiştirilmesi şu açılardan da sakıncalı. Bu Anayasa bireye karşı devleti koruduğundan anayasacılık ruhuna aykırı. Bu değişikliklerle düzeltilemez. Çünkü çarpık ruh yeni çelişkilere yol açar. Esasen mevcut Meclis, ikincil kurucu iktidardır, anayasayı değiştirebilir, ama yeni anayasa yapmamalı. Çünkü Anayasa buna kapalı.
Ama zaten Anayasa üzerinde oynanıyor yıllardır?
Evet, 70 küsur madde değişti. Ama bu yanlış. Onun için herkesin bu konuda birleşmesi gerekir. Muhalefet de bence yeni bir Anayasa istiyor. Ben diyorum ki, “Tek taraflı bir Anayasa hazırlanmasın. O Anayasa herkesin kabul edeceği, bütün zamanlar için geçerli, sık sık değişmeyecek bir Anayasa olsun.” Bunun tek yolu ise bence üzerinde anlaşılacak olan yöntem. Bu Anayasa yapma yöntemi de ancak bir Kurucu Meclisle olanaklı. Ben ona kimi ürkütücü anıları ve olumsuz çağrışımları düşünerek “Kurucu Kurultay” diyorum.
Neden bir Kurucu Kurultay?
Bütün zamanlar için geçerli bir anayasa, şu andaki tabloya göre ancak uzlaşmayla yapılabilir. Bunun için de, oy oranı yüzde 1’i geçen bütün siyasal partilerin, sivil toplum örgütlerinin, belli başlı kurumların temsilcileri katılarak bir Kurucu Kurultay oluşturulabilir ve hazırlanacak Anayasa referanduma sunulabilir. Yoksa yüzde 10 seçim barajının bulunduğu bir ülkede ulusal iradenin Meclise yansıması mümkün değil. Bir kere yüzde 10’un altında oy alan partilerin hiçbiri bu konuda söz hakkını kullanamayacak. Bu yanlış. Herkesin bunu kabul etmesi gerekir. İleride oyu yüzde 10’un altındaki partilerden biri iktidar veya iktidar ortağı olduğu zaman o Anayasa’ya karşı çıkacak. Diyecek ki, ’Anayasa yapılırken biz yoktuk.’ Bunun üzerine sorun çıkacak. Türkiye 1961 Anayasası dolayısıyla bunu yaşadı. Aynı yanlışlığa düşmemeliyiz. O zaman Demokrat Parti feshedilmiş ve yüzde 50’ye yakın çoğunluk oyu Kurucu Meclis’te temsil edilmemişti. Bunun üzerine Demokrat Parti’nin ardılı olan Adalet Partisi, “Biz o Anayasa yapılırken temsil edilmedik, görüşümüz sorulmadı. O anayasa bizim anayasamız değil” dedi. Ve biliyorsunuz 1971 yılında da Anayasa’da büyük değişiklik yapıldı ve Anayasa anayasa olmaktan çıktı. Ders alınmalı, aynı yanlışlık yinelenmemeli. Burada bir başka nokta daha önemli. Söylediğim gibi, bu Kurucu Kurultayda, sivil toplum örgütleri ve hatta yargı da temsil edilecek. Bu yüzden bu Kurultay ulusal iradeyi çok güzel temsil edebilir ve kısa sürede çok güzel bir anayasa yapabilir. İkincisi de bu Kurultayda görev yapanlar bence 10 yıl süreyle devlette görev almamalı. Çünkü bazı yerlere göz dikerek kendilerine göre Anayasa yapıyor izlenimi verebilirler ve anayasal meşruluğu örselerler. Bu yolu da kapatmak gerekir.
Bu çok önemli. Açar mısınız?
Tabii çok önemli. Yani ileride bir mevkie, bir yere geleceğini düşünerek Anayasa yapmaya çabalayanlar olabilir. Nitekim 1961’den sonra bunlar yaşandı. 27 Mayıs darbesini yapanlar, temelli senatörlük kurumunu getirdiler. Yanlıştı. Unutmayın ki, bütün zamanlar için geçerli bir Anayasa yapılacak. Hepimiz bunu istiyoruz, o zaman böyle bir koşul getirilmeli. Elbette bu sınırlama süre açısından tartışılabilir, 10 yıl olur, 8 yıl olur, 5 yıl olur, ama mutlaka bir süre olmalı.
Peki hocam sözlerinizin başında, “Yeni yapılacak Anayasa’da en çok erkler ayrılığı üzerinde duruyorum” demiştiniz...
Çünkü Türkiye’de bugün yaşanan olay şu; 1982 Anayasası dolayısıyla erkler ayrılığı ilkesi bütünüyle çiğnenmiştir. Sadece ve sadece parti liderlerinin, genel başkanların gösterdiği vekilleri seçiyor halk. Ben her zaman söylüyorum, bazen yaptığım konuşmalarda da milletvekilleri oluyor. Onlar kimin vekili? Anayasa’nın 80. Maddesi’ne bakarsanız bütün Türk halkını temsil ediyorlar. Diyorum ki onlara, “Siz aslında bölgenizin bile vekili değilsiniz. Nerede kaldı Türk halkının bütünüyle vekili olmanız! Sözcük öyle diyor, milletin vekili diyor. Gerçekle çatışıyor. Bugün her parlamenter, partisinin genel başkanının vekilidir. Ben kendi vekilimi bugüne dek hiç seçemedim. Herkes öyle. Genel başkan gösteriyor, ben, siz, bütün halk sadece onun gösterdiği adayı onuyoruz. Anımsayın, çoğunluk partisi ya da üçlü koalisyonda bile hiçbir milletvekilinin Mecliste etkisi ve etkinliği yoktu. Hatta biliyorsunuz 2000 yılında koalisyondaki partiler Cumhubaşkanı olarak Sayın Demirel’i aday gösterdiler ve “Uzatalım süresini” dediler. O sırada hiç ummadığım biçimde rahmetli Ecevit, oylar gizli olmasına karşın oyunu göstererek kullandı. Kendi partisinin vekilleri de onu izlediler. Bir milletvekili düşünün, milletin vekâletini yapamasın. Genel başkanı ne diyorsa “evet” demek zorunda kalsın. Bence bu vekâleti hakkıyla yürüten milletvekillerinin sayısı da bugüne kadar iki elin parmaklarını geçmez.
Bugün de bu sık sık tartışılıyor...
Evet ama rahmetli Adnan Menderes’ten beri bu böyle. Menderes zamanında bir gün Mecliste tartışma yapılırken rahmetli Osman Bölükbaşı söz istedi. O sırada rahmetli Refik Koraltan Meclis Başkanı olarak, Başbakan’a baktı. Yasama Organının Başkanı, protokolde Başbakanın önünde, Başbakana baktı, “Söz vereyim mi?” gibilerden... O da baş işaretiyle “Ver” dedi. Bölükbaşı çıktı, “Bir Meclis ki, Meclis Başkanı Başbakandan emir alarak milletvekiline söz verir, orada düşünce özgürlüğü yoktur. Konuşmuyorum” dedi, aşağıya indi. Şimdi de ikide bir tartışma çıkıyor, “Meclis Başkanı, Başbakandan buyruk aldı mı, azarlandı mı?” gibilerden... Bunlar boş laf. Meclis Başkanını milletvekili olarak kim seçiyor? Genel başkan. Önce aday yapıyor, seçildikten sonra da bakıyor grubuna, ‘Falanca Meclis Başkanı olacak’ diyor. O milletvekili de, Meclis Başkanı oluyor, iki yıl görev yapıyor. Genel Başkan beğenirse ’Devam et’ diyor, beğenmezse ’Hayır sen çekil’ diyor, başkası oluyor. Böyle bir Meclis, asıl görevini yerine getirebilir mi? Yani yürütme erkini denetleyebilir mi? Denetleyemez. Nitekim denetleyemiyor. Bu yüzden erkler ayrılığı ilkesi kesinlikle yaşama geçirilmeli ve yasama organı özgörevini yapmalı.
*
Kimse kendini aldatmasın, tüm erkleri yürütme erki kuşatmıştır
O zaman bu Meclis nasıl anayasa yapacak?
Bütün erkleri yürütme erki kuşatmıştır, kimse kendini aldatmasın. Şimdi deniyor ki, Anayasa Mahkemesi’ne ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna Meclis’ten üye seçilsin. Tamam seçilsin ve HSYK ile AYM’ndeki üye sayısı artırılsın. Ancak geçmişteki yanılgı yinelenmemeli. Yüzde 3 baraj, önseçim ve tercihli oy sistemleri getirilmeden bu yola başvurmak ağır yanılgı. Çünkü bugünkü sistemde Meclise halk iradesi yansımıyor. Genel başkanların iradesi yansıyor. O zaman bu kurumlara üye seçme bir göstermelik olur. Genel başkanlar kimi işaret ederse o seçilir. Böyle bir HSYK ve AYM üyeleri asla bağımsız olmaz. Genel başkanlara bağımlı olurlar, en azından minnet altında hissederler kendilerini. Kimse kendini kandırmasın.
Ben Türkiye’de şunu arıyorum, diyorum ki, “Ey sayın genel başkanlar, gelin, demokrasinin olmazsa olmaz kuralları üzerinde uzlaşın. Demokrasiyi ve anayasayı istiyorsanız, kendiniz için değil, gelecek kuşaklar için isteyin, demokrasinin gereklerine göre de Anayasayı yapın. Bütün bu olumsuzlukları ortadan kaldırın. Milletvekili de tam anlamıyla bağımsız olsun. Sesini korkusuzca duyurabilsin.” Üstelik milletvekilline bir dokunulmazlık, sorumsuzluk veriyor Anayasa, diyor ki “Kürsüde konuşabilirsin. Bu konuda özgürsün.” Hatta ben şunu söylüyorum, Yargıtay’ın tersine kararları var ama “Milletvekilinin sövme özgürlüğü bile vardır.” Kamu yararı bireysel yararın önündedir. İsteniyorsa sövme konusunda anayasal istisna getirilebilir. Alman Anayasısı gibi... Neden? Millet adına konuştuğu için. Neden? Korkusuzca konuşsun diye. Kimseden korkmadan halkın yararlarını savunsun diye. Genel başkanların yararlarını değil. Bunun temelinde yatan felsefe bu. Şimdi siz genel başkanına bağımlı, onun adeta uyruğu durumunda olan bir insandan özgürlük bekleyebilir misiniz? Şimdi böyle bir insan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna veya Anayasa Mahkemesine özgürce üye seçebilir mi? Demokrat bir genel başkan yok mu, “Gelin bunları düzeltelim, bunlar sakat” diyecek biri yok mu? Çıksın ve partiler bu konuda uzlaşın. Kimse sorunun özüne inmiyor, dedikodularla uğraşıyor. “Meclis başkanına, başbakan ne dedi?” diye soruyor... İş kolay aslında, sadece iyi niyetle ve demokrasinin olmazsa olmaz kurallarında uzlaşmak gerek. Yani benim partimin çıkarları, benim çıkarlarım şudur demeksizin, “Kardeşim demokrasiyi getireceğiz” demeli. Bu son derece kolay bir iştir. Bunun için Anayasa’yı hazırlayacak Kurucu Kurultayı oluşturacaklar, o da Anayasa’yı yapacak.
Peki hocam, şu anda Meclisteki milletvekilleri halkın seçtiği milletvekilleri olmadığına göre Kurucu Kurultay seçilirken bir aksaklık olmayacak mı?
Yok. Meclis isterse bir Kurucu Kurultay Yasası yapar. 1961’de yapıldı bu. Kurucu Kurultay seçilir, halkın iradesiyle bir Anayasa yapılır, mevcut Meclis sürer.
Anayasa Profesörü Serap Yazıcı, “Bu ortamda bırakın anayasayı kira kontratı bile hazırlanmaz. Çünkü bu Meclis’te uzlaşma mümkün değil” diyor...
Doğru söylüyor. Bu yüzden dediğim gibi bence yapılacak şey, bu işi Kurucu Kurultaya teslim etmek. Türkiye için gerçekten demokrasi ve iyi bir Anayasa istiyorsanız tek yöntem bu. Şu anda başka türlüsü olanaksız.
Kimsenin kimseye güveni kalmadı bu ülkede. Bu yüzden Kurucu Kurultay oluşturulurken de çok kavgalar çıkar diye düşünüyorum açıkçası...
Benim kanımca son seçimlerde alınan oylar göz önünde tutulabilir. Veyahut da yerel seçimlerdekiler ölçü olarak alınabilir. İstenirse bu iş çözülür. Ama benim gördüğüm kadarıyla hiçbir parti anayasayı bir başkasına bırakmak istemiyor, kendi yapmak istiyor. Yanlışlık orada. Bu yüzden şu ortamda Kurucu Kurultaydan başka bir çözüm, başka bir yol göremiyorum. Ben yıllarca böyle bir Anayasa ile yönetilmekten gerçekten bir hukukçu olarak azap duyuyorum, ayıptır, ülkeye yazıktır. Türkiye böyle bir anayasaya müstahak değildir.
*
Demokrasiyi korumak devletin işi değil
1982 Anayasası yüzünden başımıza gelmiş en büyük bela ne?
1982 Anayasası bir anayasa değil zaten, adı anayasa. Türkiye anayasalı bir devlet. Anayasal bir devlet değil. İkisi farklı. Neden? Çünkü anayasalar, devletin kullandığı güç meşru sınırlar dışına çıkmasın diye yapılır, birey için yapılır, devlet için yapılmaz. Anayasa’nın 5. Maddesi’ne baktığınız zaman orada devletin görevleri arasında devleti kurtarmak var. Devletin böyle bir görevi olmaz. Devletin görevi yurttaşı mutlu kılmaktır. Anayasa’nın 5. Maddesi, çok ilginç bir madde. Yani bu kadar kötü bir Anayasa ancak Doğu ülkelerinde yapılır herhalde. Biz de Doğu ülkesiyiz demek ki! (Anayasa’yı açıp 5. Madde’yi okuyor) Devletin temel amaç ve görevi, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak diyor. Bu iş başka mercilerin işi, devletin işi değil. (Okumaya devam ediyor) Bakın işte burada başlıyor devletin doğru görevi, kişilerin ve toplumun, refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak. Kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan, siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. Devletin görevi budur. Başta söylendiği gibi, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak değil.
O kimin görevi peki hocam?
Ordusu var bu ülkenin, Meclisi var, hükümeti var, yargısı var, insanı var, polisi var... Onlar koruyacak.
Ama sistem doğru yürümediği için belki de, haftalardır ’Bu hükümet sivil otoriter tek parti rejimine mi gidiyor?’ diye tartışıyoruz Türkiye’de...
Hayır. Devletin işi değildir demokrasiyi korumak.
O zaman boşuna mı bu tartışmalar?
Türkiye’de bu Anayasa kaldığı sürece her türlü diktatörlüğe açıktır rejim. Neden açıktır? Çünkü yasama organının varlık nedeni, yürütme organını denetlemektir. Denetleyebiliyor mu? Hayır. Ne yapıyor? Eğer çoğunluk partisinin genel başkanı iyi niyetli değilse, diktatörlüğe heveslenip böyle bir rejimi çok rahatlıkla kurabilir. Bu Anayasa’da buna hiçbir engel yok. İşte bunların önünü kapatmak lazım. Yani öyle bir Anayasa yapacaksınız ki, o zaman yasama organı hükümeti denetleyebilecek. Hükümet adımlarını atarken hep şunu düşünecek: “Acaba yasama organı buna hayır der mi?”
AK Parti diktaya gider deniyor elbette gider, çünkü önü açık!
Bizde ise öyle bir korku, endişe yok...
Tabii yok. Sorun orada. Kendimizi hiç aldatmayalım, bu dün de böyleydi, evvelsi gün de böyleydi. İşte AK Parti diktaya gider deniyor, elbette gider! Her parti gider. Çünkü önleri açık. Bu AK Parti olmayabilir, daha sonra gelecek bir parti de olabilir. Geçmişteki partiler de olabilir. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Rahmetli Özal’ın karşısına kim çıkabiliyordu, rahmetli Ecevit’in karşısına çıkabiliyorlar mıydı? Bir de çoğunluğu elde ettiklerini düşünün. Çoğunluğu elde ettikleri dönemde rahmetli Özal’a, Demirel’e karşı çıkabiliyorlar mıydı? Yani bugünkü parti genel başkanıyla ve hükümet başkanıyla bu işin ilgisi yok.
Peki sizin böyle bir endişeniz var mı? Türkiye tek parti rejimine gider mi?
Hayır, düşünmüyorum, çünkü bu ülkede yargı var. Bu ülke eskisi gibi değil, kamuoyu gittikçe güçleniyor, buna izin vermez. Bir de bence gereksiz tartışmalar yapılıyor. Bu tartışmalar da yanlış. Mesela birileri çıkıyor, ’Bu partiyle, bu çoğunlukla anayasa değiştirilmez’ diyor. Bunların hiçbir hukuki temeli yok. Onu siyasetçi söylesin, hukukçu bunun içinde olmasın.
Ama sizce bu Mecliste herkesin kabul edebileceği bir anayasa yapmak da mümkün?
Evet, mümkün. Böyle bir anayasa yapılabilir. Başarabilirler. Bir araya gelirlerse başarabilirler ama gelemezler. Bence anayasa da yapmamalılar. Çünkü yüzde 10 barajı ulusal iradenin yansımasını engelliyor. Ayrıca karşılıklı güven duygusu yok. Bu güven duygusu kurumlar arasında da yok. Bu beni çok ürkütüyor. Oysa Batıda bunlar yaşanmaz. Sözgelimi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay üyeliği için Fransa’da üç aday göstermek zorundadır. Diyelim ki Danıştay ya da Yargıtay üyesi seçilecek, son sözü orada Cumhurbaşkanı söyler. Oradaki sistem yarı başkanlık sistemi. HSYK, üç açık var, üç aday gösteriyor, Cumhurbaşkanına gönderiyor. Cumhurbaşkanı hiç karşı çıkmadan onuyor. Bizde olsa kıyamet kopar. Neden? Kurumlar birbirine güvenmiyor. Oysa Fransa’da Cumhurbaşkanı, “Ben inanıyorum ki bu kurul bu işte yansız, objektif davranmıştır. Bu işi en iyi o bilir” diyor, HSYK’ya güveniyor. Bizde böyle bir şeyi yaşamak şöyle dursun, düşünmek bile olanaksız. Bizde herkes kendinin adamını seçtiğini düşünüyor, kurumlar birbirine güvenmiyor. Hani haksız da değiller. Yaşananlar belli.
Peki o güven nasıl tesis edilecek?
Bence Türkiye, Kant’ın bütün evrende geçerli kesin buyruk ahlakını benimsemeli. Nesnel düşünen insan namuslu insandır. Ama bu kolay değildir, Türkiye’de kurnazlık zekanın yerine kullanılıyor. Kurnaz insan, ahlaksız insandır, çünkü kendi çıkarını düşünür, zekâsını kendisi için kullanır. Toplum için, başkası için zekâ kullanmaz. Kant ahlakına aykırıdır bu ve ahlaksızlıktır. Bizde her zaman böyledir ne yazık ki! Bir yerde özgürlük alanı ne kadar genişse, insanlar o kadar ahlaklı davranır. Çünkü orada ikiyüzlülüğe gerek kalmaz. Dikkat edin, Batılı toplumlarda insanların özel dünyası son derece geniştir, devlet karışamaz. O dünya daraldıkça, demek ki devlet kişinin özel hayatına çok müdahale ediyor demektir. Orada diktatörlük hatta totaliter bir rejim var demektir.
İyi ama Türkiye’de de o kadar çok insanın telefonu dinleniyor ki artık...
İkiyüzlülük çok fazla, tabasbus, yani eğilmeler, yaltaklanmalar çok fazla... Baskı toplumlarında bunlar artar, bunu bilin.
Bizde mi baskı toplumu olduk?
Eski alışkanlıklar sürüyor. Onun için diyorum ki Meclisi özgür kılacaksınız ki oradaki milletvekili genel başkanını eleştirebilsin. Şimdi eleştirebiliyor mu, hayır. Erkler ayrılığını tam anlamıyla gerçekleştirelim, herkes görevini yapsın, yasama organı yürütmeyi denetleyebilsin, yürütme organı görevini yapsın, yargı organı da bunların hukuk içerisinde kalmalarını sağlasın.
O zaman şu anki durumumuzu nasıl tanımlarsınız?
Tam bir karmaşa. Bu Anayasa ile zaten bunları gerçekleştiremezsiniz, o bir düş. AB’ye de giremezsiniz. Ben AB’de bir yönetici olsam, “Şu Anayasa’yı bir kaldırın önce” derim. Onlar da öyle diyorlar zaten. Ne desinler? AB’nin yardımıyla bir şeyler yapılabileceğini düşünüyorum ben. Zaten AB olmasa bu kadar da ileri gidemezdik, demokrasi yolunda. Çünkü iktidara kim gelirse gelsin hukukla ilgili konuları unutuyor. Özal iyi bir reformcuydu ama hukuktan çok uzak yaşayan bir siyasetçiydi. Düşünün, ülkenin doruğunda oturan bir cumhurbaşkanı, “Anayasa’yı delmekle bir şey olmaz” derse ve kimse de buna ses çıkarmazsa o ülkede hukuktan bahsedebilir misiniz? Batı ülkesinde cumhurbaşkanı böyle bir şey söylese kıyamet kopar ve cumhurbaşkanı görevinden ayrılmak zorunda kalırdı. Bizde ise olanaklı mı? Onun için hukuk bilincinin yükselmesi gerekir.
Peki şimdi hocam? Başbakan Erdoğan, kendini hep Özal’la karşılaştırıyor, ’Ona da böyle yapılmıştı’ diyor...
Evet, yapılmıştı doğru. Bu sistemin kendisinden kaynaklanan bir olay. Onun için sorunun özüne inmek gerekir. Yanlışlık nerede ona bakalım. Birisi bunu dediyse sizin için demedi, sistem için diyor, bu sistem ona elverişli.
Yani baskıya ve otoriteye?
Evet. Bunların önünü açıyor...
Endişelenenler haksız değil o zaman?
Hayır, haksız değiller. Çünkü sistem buna elverişli. Yoksa, Başbakan Ahmet olmuş, Mehmet olmuş fark etmez. Sistemi değiştirmek gerekir. Ben diyorum ki gelin demokrasinin ne olduğunu iyice görelim, öğrenelim, örnekler çok, buna uygun bir anayasa yapalım, bu dedikodular da dursun.