ANKARA / Ankaralı öykülerin eylül ayı konuğu Gamze Güller... Yazar Güller, İçimdeki Kalabalık’tan sonra Dedalus Kitap’tan çıkan ikinci kitabı “Beşinci Köşe”yi okurlarıyla buluşturdu.
Birbirine benzemeyen, benzersiz öykülerin yer aldığı kitap; farklı notalar bir ses bütünlüğü ve uyumu içerisinde nasıl senfoniye dönüşüyorsa, öyle bir tat veriyor okuruna. Çünkü hayatın içinden gerçek gözlemlere dayanan ayrıntılar, kırılgan duygular, kadın öyküleri ve şiddet, kırılma ve dönüm noktaları yazarın dili kullanma becerisiyle yeniden hayat bulurken kendine özgü, samimi, dürüst kaleminde taptaze esintilere dönüşüyor. Ve bu esinti kitap boyunca varlığını hissettiriyor. Gamze Güller, “gerçek hayattaki gibi günlük mutlulukların, anlık kırılganlıkların peşinde”ki kalemini, öykücülüğünü ve “hayatın sokakta yaşandığı çocukluğumun Ankara’sını özlüyorum” diye tanımladığı kentini, Ankara Hürriyet okurları için anlatıyor...
- Mimarlık eğitimi aldınız, öykü yazarısınız ve edebiyat ödülleriniz var. Yazın serüveniniz nasıl başladı, sizi tanıyabilir miyiz?
78’i 79’a bağlayan yılbaşı gecesi teyzemin hediye ettiği bir günlükle başladım yazmaya. Sonra da hiç durmadım. Kendimi yazarak ifade etmek hep daha kolay geliyordu bana. Bir yaramazlık yaptığımda annem ve babamdan mektup yazarak özür diliyordum. Günlüklerime-defterlerime “Yazar olmak istiyorum” diye yazmıştım defalarca. Ama yazdıklarımı dünyayla paylaşacak cesarete çok sonraları sahip olabildim. Mimarlık okudum, hâlâ aktif olarak çalışıyorum ama okumayı da yazmayı da hiç bırakmadım.
RESİMLERLE DÜŞÜNÜYORUM
- Kapak fotoğrafında olduğu gibi dikenli tellerin örgülediği hayatın içindeki öykülere, köşeli hayatlara temas etmişsiniz. Bir öykücü olarak kaleminiz nereden esin alıyor?
Belki de hayatın köşelerinden diyebiliriz. Aslında her gün onlarca öyküye tanık oluyoruz. Yeter ki bakmayı, fark etmeyi bilelim ve hiçbir şeyi kanıksamayalım. Öykü gözümüz açık olduğu sürece yazacak, anlatacak çok şey var. Çocukların dünyayı hep oyun gözüyle algılaması gibi, bir süre sonra yazar olarak da farklı bir gerçeklikle bakmaya başlıyorsunuz hayata. Ama ben en çok kırılma noktalarını yazmayı seviyorum. Hayatımızı, yolumuzu değiştiren, bir anda aydınlandığımız o küçücük anları... Yaşadığımız çelişkileri, bazen kendimizle böbürlenişimizi, bazen de kendimizden nefret edişimizi. Yabancılaşmayı, yalnızlığı ve insan olmanın küçük kusurlarını anlatmaya çalışıyorum. Büyük dramlar değil, basit hayatlar daha çok ilgimi çekiyor. Gerçek hayattaki gibi günlük mutlulukların, anlık kırılganlıkların peşindeyim.
- Öykülerinizde görselliğin ağır bastığını söyleyebilirim. Mimarlık mesleğinin, bu alanda eğitilmiş bir gözün yazarlığınıza katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?
Mimarlık, bana bakmayı, görmeyi ve ayrıntıların üzerinde düşünmeyi öğretti. Analitik düşünmeyi, parçadan bütüne ulaşmayı ve bir bütünü yeniden parçalarına ayırabilmeyi... Bunu yazarken de yapıyoruz aslında. Bir çatı kuruyoruz ve içine bir hayat yerleştiriyoruz. Çoğunlukla resimlerle düşünüyorum. Film kareleri gibi. Düşündüklerimi sözcüklerle resimliyorum. Küçücük görsel bir ayrıntı, sayfalarca sürecek bir betimlemeden daha fazlasını anlatabilir okura. Birkaç ipucuyla koskoca bir resim çizebilirsiniz okurun zihninde. Çağrışımlar mucizeler yaratabilir.
KADIN HAYATIN İNCE ANLARINDA EZİLİYOR
-“Bazen boşa çıksa da hep umudun peşindeyiz, onu arıyor onu yazıyoruz” diyorsunuz. Kirazların Açtığı Gün, Son Durak, Zeliş’in Rüyası ve Kartpostallar öykülerinde kadın sorunlarına değinmişsiniz.
Ülkemizde kadın sorunları çözülebilecek, şiddet ve cinayetler durdurulabilecek mi bir gün, umutlu musunuz?
Türkiye’de kadın olmak çok zor. Üstelik kadınların yaşadığı yalnızca kaba şiddet değil. Hayatın ince, kırılgan anlarında da eziliyor ve hırpalanıyorlar. Yok sayılarak, hor görülerek, isimsizleştirilerek şiddet görüyorlar. Zeliş gibi Döne gibi kadınların yaşadıklarına tanıklık edip de anlatmamam imkânsızdı. Ezildikleri, hakarete uğradıkları, dayak yedikleri yetmiyor, dinmeyen bir öfkenin kurbanı oluyor, sonunda öldürülüyorlar. Bazıları daha fazla zulüm görmemek için görünmez, duyulmaz olmaya, kendi kendilerini hayattan silmeye çalışıyorlar. Bunun çözülebilmesi için öncelikle gerçek ve büyük bir sorun olarak ortaya konulması gerekiyor. İnkâr etmek veya göz ardı etmek yerine kabullenmek ve yüzleşmek gerekli çözüm üretmek için. Fakat hepimiz umutlu olmak zorundayız. Umudun bittiği yerde hayat da biter.
- “Hem kendinden bahsetmez hem de hep kendini anlatmaz mı yazar?” düşüncesine katılıyor musunuz?
Kendimden yola çıkarak başkalarını, başkalarından yola çıkarak kendimi yazıyorum aslında. Yazarken gerçeğin peşindeyim. Buna giden yol da kendi gerçekliğimden geçiyor. En zengin hazine içimizde. Ama çoğunlukla kendi karanlık yönlerimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Farklılıklarımızı dile getirmekten, sorgulamaktan ve düşünmekten uzaklaşıyoruz büyüdükçe. Oysa çocuklar nasıl da dürüstçe söyleyiveriyorlar içlerinden geçenleri. Yazmak biraz delilik biraz da çocukluk belki…
- Neden yazıyorsunuz, peki? Kalıcı olmak için, zamana ve gelip geçiciliğe direnebilmek için, sadece yazarsanız var olacağınıza inandığınız için… Sizce yazmak bu denli hayati öneme sahip midir?
Yazmaya bu denli büyük anlamlar yükleyenlerden değilim. Yazmasam çıldırmazdım elbette ama kafam daha karışık olurdu. Belki daha geçimsiz, daha depresif olurdum. Benim için iyileştirici bir gücü var yazmanın. Zamana kafa tutmak gibi bir niyetim yok. Ama dünyayla ve kendimle sürekli hesaplaşmak gibi bir derdim var. Bu hesabı kapatamadığım sürece de yazmak zorundayım. Yazarken kafamın içi netleşiyor, her seferinde yeni bir şeyler keşfediyorum. Düşüncelerimi derleyip toplayabiliyorum. Bazen de içimde biriken, acıtan, öfkelendiren, beni yiyip bitiren düşüncelerden arınıyorum. Yazdıkça daha iyi biri oluyorum…
ANILARIN ÜZERİNE DUVARLAR ÖRDÜLER
- “Öykü hep yakıştı başkente” diyorsunuz. Öykünün sesinin Ankara’da hiç susmaması için yazarlara, yerel yönetimlere ve kentli okura ne gibi sorumluluklar düşmeli?
Burada en büyük görev yine yazara ve okura düşüyor bence. Yazarlar olarak okunmamaktan şikâyet ediyoruz hep, demek ki daha iyi yazmalıyız. Elbette yerel yönetimler, etkinliklere ve yazar örgütlenmelerine destek vermeli. Fuarlar, söyleşiler, okuma etkinlikleri gibi her türlü girişime önayak olmalılar.
- 13. Ankara Öykü Günleri’nde paylaştığınız “Kirazların Açtığı Gün” öykünüzde “Şehrin orta yerinde bu kadar çok meyve ağacı olabileceği aklıma bile gelmezdi.”diyor karakteriniz. Modern yaşamda doğa ve doğallıktan uzaklaşıldı mı Ankara’da, ne dersiniz?
Ankara son yıllarda şehircilik anlamında sempatisini yitirdi maalesef. Bu yalnızca kötü ya da çarpık kentleşme politikaları nedeniyle değil, insanların da doğallıktan uzaklaşmasıyla oldu. Kendimizi korumak için kapılarımızı şehre kapatır olduk. Hayatın sokakta yaşandığı çocukluğumun Ankara’sını özlüyorum. Şimdi dört duvar arasında yaşıyor ve dünyaya küçücük bir ekranın ardından bakıyoruz. Şehri yalnızca görerek değil, dokunarak, koklayarak, tadarak ve duyarak da yaşarız. Mekânlar insanlarla anlam kazanır, onlar için inşa edilir. Şimdi tersi oluyor.
Binalar yapılıyor, içine insanlar doluşturuluyor. Mekânda süreklilik ve bütünlükten ise hepten uzaklaştık. Çocukluğumuzdan bugüne aynı kalan ve korunan tek tük yer kaldı. Anılarımızın üzerine duvarlar ördüler. Biz şehrimize duyularımızı kapattık ve kendimizi betondan hücrelere hapsettik. Oysa hayat ve öykü dışarıda…ANKARA /