Günümüz insanının en büyük sıkıntılarından birinin iç dünyaların yoksullaşmasından kaynaklanan iletişimsizlik ve yalnızlık olduğunu söyleyen Cemil Kavukçu, öykülerinde anlattığı mekanların günümüzün değil 40-50 yıl öncesinin küçük kasabaları olduğunu ifade ediyor.
- Öykülerinizde taşra daha yoğun, büyük şehirde yaşamanıza rağmen neden taşraya ağırlık veriyorsunuz?
- Çocukluk ve gençlik dönemimi İnegöl’de geçirdim. Oluşumumdaki etkisi büyüktür ve bende silinmeyecek izler bırakmıştır. Öykülerimde anlattığım mekanlar günümüzün değil, 40-50 yıl öncesinin küçük bir kasabasıdır. Taşraya ağırlık vermemi büyük şehirde yaşamama bağlıyorum. Hep orada kalsaydım yazabilir miydim, bilmiyorum ama dışarıdan bakınca her şey daha farklı görünüyor. Mimari dokusu, doğası, insan ilişkileri, komşuluk ve arkadaşlıkların artık var olmadığı bir coğrafyaya ve zaman dilimine duyulan özlem biraz da bana bunları yazdıran.
- Deniz ve gemilerle ilgili birçok öykünüz var, bunun nedeni nedir? Deniz olmayan Ankara’da deniz özlemini nasıl gideriyorsunuz?
- Bunu, jeofizik mühendisi olarak çalıştığım yıllardaki iş koşullarına borçluyum. Bir kıyı kasabasında doğup büyümedim. Denizi beş yaşında gördüm. Otuz beş yıldır da Ankara’da yaşıyorum. 1982 yılına kadar en uzun deniz yolculuğum İstanbul-Yalova arasındadır. 1982’den 1997’ye kadar MTA Sismik-1 araştırma gemisinde çalıştım. Denizi, deniz yaşamını ve deniz adamlarını bu on beş yıllık dönemde tanıdım. Daha önce çalıştıkları uzun yol gemilerindeki yaşadıklarını dinledim. Öykülerimi besleyen yepyeni bir kaynak oldu. Ankara’da yaşamaktan memnunum. Bir deniz özlemi duymuyorum.
- Öykücülük hayatınızdaki kırılma noktaları nelerdir?
- Benim için, 1991 yılında yazmayı bırakmak ve yalnızca iyi bir okur olmaya karar vermek bir kırılma noktasıydı. Neyse ki bu benimle benim aramdaydı, kimseye söz etmemiştim. Zaten o dönem Ankara’daki edebiyat çevresinden de uzaklaşmıştım. Kimseyle görüşmüyordum. Dört yıl süren bu küskünlükten sonra dayanamadım yeniden yazmaya başladım ve “Uzak Noktalara Doğru” dosyasını hazırladım. İkinci kırılma da bu dosyanın Can yayınlarında yayımlanması ve ertesi yıl Sait Faik Hikâye Armağanı’nı almasıdır.
- Son öykülerinizde neden daha fazla fantastik unsurlar var? Dönüş romanıyla romana geçiş yaptınız bunun nedeni nedir? Öykü ve roman dili arasında ne gibi farklar, benzerlikler var?
- Öykücülüğümün kendiliğinden girdiği yeni bir rota bu. Nedenini bilmiyorum. “Dönüş” ile romana bir geçiş yapmadım. Uzun soluklu bir anlatıyı gerektiren malzemeydi elimdeki. Bu bir geçiş olsaydı romanla sürdürürdüm. Dönüş’ten sonra öykü kitapları yayımlamayı sürdürdüm. Ardından iki roman daha yazdım. 2005 yılında yayımlanan Gamba’dan sonra dört öykü kitabım çıktı. Ufukta roman görünmüyor. Yollarımız ayrılmış gibi. Öykü ile roman dili arasında düzyazı olmalarının dışında bir benzerlik yok. Öykünün şiire göz kırpan, müziği olan kıvrak biri dili var. Roman bir maraton koşusuysa öykü 100 metre. Ya da Cortazar’ın boks maçı benzetmesiyle söylersek; roman puan toplayarak, öykü nakavtla kazanmak zorundadır.
- Günümüz insanının sizce en büyük sıkıntısı, sorunu nedir?
- Geçim sıkıntısı, işsizlik ve geleceğe güvensizlik gibi ana başlıklarda toplayabiliriz bunu. Bunlar kadar önemli bir başka sorunu da iç dünyaların yoksullaşmasından kaynaklanan iletişimsiz ve yalnızlık.
- Öykülerinizin aynı zamanda sinematografik bir dili var, sinemayla edebiyat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Edebiyatın sinemaya uyarlanmasının o yapıta zarar verdiğini düşünüyorum. En azından okurun hayal gücüne bir haksızlık olarak görüyorum. Okurken hayal ettiğimiz karakterlere hiç benzemeyen oyuncular çıkıyor karşımıza. Ele alınan roman ya da öykü filme alınacak düşüncesiyle yazılmadığından, okurken tat alınan birçok ayrıntı da görüntüye dönüşemediğinden kaynayıp gidiyor. Yine de çok başarılı uyarlamalar var. Bu konuda beni düş kırıklığına uğratmayan John Huston’ı anmalıyım örneğin. Ömer Kavur’un da “Anayurt Oteli” uyarlamasını saymalıyım burada.