Suikast mı sabotaj mı?
Türk siyaseti veya bürokrasisinde etkin isimlerin şok ölümleri hep şüpheyle karşılandı.
Tabii ki ecel gelince kaçış mümkün değil.
Ama kaza da olsa, kalp krizi de, bir türlü "normal yollu ölüm" kabul edilemiyor.
Nedense her seferinde de "kafa karıştıran" sorular kalıyor geriye.
Ya halk olarak komplo düşkünlüğümüz var ya da Türkiye'de birileri adeta "profesyonel seri cinayet" işliyor.
İsterseniz alt alta yazıp bakalım.
Eşref Bitlis'in uçağı düştü.
Herkes sabotaj diyor.
Turgut Özal kalp krizi geçirdi.
Ailesi bile zehirlendi diyor.
Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu kaza yaptı.
Herkes suikast diyor.
Hepsinde de "ölümlerin normal nedenlerle gerçekleşmediği" tezine güç katan veriler mevcut.
Son olarak BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun helikopter kazası meçhule doğru ilerliyor.
İddiaları alt alta yazınca, kazanın sabotaj olabileceğine de inanmamak mümkün değil.
Yarım saatte ulaşmak mümkün olan kaza mahalline iki gün sonra köylüler ulaştı.
Oysa Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu kazadan bir saat sonra koordinatları tam olarak bildirmiş.
"Konum bildiren ELT cihazı yok ya da arızalı" dendi.
ELT cihazının da mevcut olduğu ama değiştirildiği ortaya çıktı.
BBP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Şanverdi şimdi yeni bir iddiayı daha ortaya attı:
"GPS cihazını da günler sonra bizim uzmanlar buldu ama şimdi hafızası kayıp."
Neler oluyor?
Olay yerine günler sonra ulaşılıyor.
Olay yeri incelemesi her şeye rağmen eksik yapılıyor.
Olay yerinde bulunan deliller de karartılıyor.
Bütün bunlara Yazıcıoğlu'nun evrak çantasındaki belgelerin kayıp olduğunu da eklemekte fayda var.
Şimdi bir kez daha soralım...
Halk olarak sevdiklerimizi kaybetmeyi kabullenemediğimiz için mi senaryolar uyduruyoruz?
Yoksa halkın sevdiği, ülkesine hizmet eden insanları "karanlık bir el" tek tek yok mu ediyor?
Sanırım bu tartışmanın sonu yok.
Yazıcıoğlu kazasının TBMM'de bir komisyon tarafından ele alınması yeterli değil.
Özel yetkili bir savcının, bütün bu sorulara cevap bulacak soruşturma açması gerekiyor.
O zaman millet "ihmal mi kasıt mı var?" görür.
Dedikodu ve komploların da önü alınmış olur.
Varsa "karanlık bir el" o da cezasını bulur.
Aksi halde zanlar zamanla kesin inanca dönüşmeye başlar.
Önce bireylerin, ardından toplumun sağlığı ve huzuru bozulur.
**
MÜHİMMATI KİM GÖMDÜRDÜ?
İstanbul Poyrazköy'de ikinci derece askeri bölgede ortaya çıkarılan cephanelerin kime ait olduğu ortaya çıktı.
Star gazetesi dün Makine Kimya Enstitüsü (MKE) tarafından 14 Mayıs'ta savcılara gönderilen inceleme raporunu yayınladı.
Buna göre, LAW silahlarının bir kısmı ile el bombalarının önemli bir kısmı Türk Silahları Kuvvetleri için üretilmiş.
İddia edilen Ergenekon Terör Örgütü'ne ait mühimmatın dikkat çeken iki yönü var.
Birincisi, aynı gömüde yer almalarına rağmen, Jandarma, Deniz, Kara ve Özel Kuvvetler için farklı üretilmişler.
Yani cephaneyi oraya gömenler, bütün bu silahları bir araya getirecek ağa sahipler.
İkincisi, mühimmatlar 1975'ten 2001 yılına kadar uzanan çeyrek asırlık bir zaman diliminde üretilmiş.
Gömenler her kimse, çok uzun süredir bu işlerle uğraşıyor olmalılar.
Sonuç olarak, birileri TSK'ya ait mühimmatı çalmış ya da sarf edildi göstererek belirli merkezlerde gömmüş.
Yeraltı cephanelikleri oluşturmuş.
TSK'nın bu konuda iç soruşturma yürüttüğünü Deniz Kuvvetleri'nde yapılan iki ayrı operasyondan anlıyoruz.
Kaynağı bulunduğuna göre gömenler kim?
Şayet bu cephanelik iddia edilen Ergenekon Terör Örgütü'ne ait değilse, kimin?
Daha önemlisi gömdüren kim?
Bu işte "bir numara" varsa tehlike halen aramızda dolanıyor demektir...