1920-50 Ankara’sı girişimleri çok zengin bir mimari ve kentsel mirası kazandırarak, 1970’lere kadar rol model olmuştur. Ankara’daki bu Türk modernizminin yabancılar tarafından biçimlendirilmesi yeni kuşak Türk mimarların tepkisini çekse de bağımsız bir mimarinin yaratılmasını sağlamıştır. Yapılar ve mimarları eşleştirmesine baktığımızda karşımıza şu isimler çıkar:
Clemens Holzmeister; Devlet Mahallesi’nde kendine özgü modernist anıtsal üslubu doğrultusunda önemli binalar yaratmıştır. 1927-35 arasında Milli Savunma Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Kara Harp Okulu, Sıhhiye Orduevi, Gudrun Baudisch ile birlikte Cumhurbaşkanlığı (Gazi) Köşkü, İçişleri Bakanlığı, Merkez Bankası, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Yargıtay, Emlak Kredi Bankası, Ticaret Bakanlığı, Avusturya Büyükelçiliği ve TBMM Holzmeister’in imzasını taşıyan yapılardır.
‘TÜRK EVİ’ TEMASI
Saraçoğlu Mahallesi, Paul Bonatz tarafından 1944-45 Ankara’sında üst düzey memur ailelerin konut sorununu çözmek için 1939’da geliştirilmiş, ancak savaştan sonra gerçekleştirilmiştir. Yapılarda geleneksel Türk mimarisinden alıntılar vardır. Cumbaya öykünen cephe çıkmaları, balkon korkulukları, pencere modülasyonları ile Türk Evi temasının izleri görülmektedir. Ayrıca Erkek Teknik Öğretmen Okulu, Namık Kemal Ortaokulu, Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü, yapımını Şevki Balmumcu ile birlikte paylaştıkları Ankara Devlet Opera ve Balesi (1933-34/1947-48) Bonatz’a aittir.
Ernst Arnold Egli; Eğitim Bakanlığı adına ülkedeki üniversite ve okul binalarının mimari yönetimini üstlenmiştir. Onun imzasını taşıyan binalar; Ankara Devlet Konservatuvarı (Musıki Muallim Mektebi), Sayıştay, Ticaret Lisesi, İsmet Paşa Kız Enstitüsü, Kız Lisesi (bugünkü Ankara Lisesi), Gazi Lisesi, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ve Veteriner Fakültesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Etimesgut Yatı Mektebi, Jimnastik Okulu, İnşaat Usta Okulu, Koç Han, Türk Hava Kurumu, Türkkuşu Okulu, Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Bira Fabrikası, Hamam, Marmara Köşkü, lokanta ayrıca Irak ve İsviçre Büyükelçilikleri.
Bruno Taut ve Franz Hillinger’in elinden çıkmış olan binalar; Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Atatürk Lisesi, Cebeci Ortaokulu.
Martin Esaesser’in kazandırdığı yapılar; Sümerbank ve Cebeci Mezarlığı
Werner Issel; Elektrik ve Havagazı Fabrikası (2006’da yıkıldı).
Theodor Jost, Sağlık Bakanlığı; Robert Oerley ile birlikte Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü. Oerley’in diğer yapıları; Kızılay Genel Müdürlüğü, Ulus Hali, Numune Hastanesi. Carl Christoph Lörcher; Ankara Planı, Almanya Büyükelçiliği. Bernhard Pfau; Türkiye Şeker Fabrikaları Ankara Yönetim Binası.
HEYKELLERİN DE YAŞAM ÖYKÜSÜ VAR
Kamusal alanlara ilk kez heykellerin dikilmesi yine bu dönemlere rastlar. İstanbul Sarayburnu’na dikilen Atatürk heykeli ve Heinrich Krippel’e ait Ulus Meydanı’ndaki Zafer Anıtı ilk örnekleridir. Güven Anıtı, Atatürk döneminde yapılan şehircilik açısından en önemli anıt niteliğindedir. Yapımı için mimar Holzmeister görevlendirilmiş, o da heykeltıraş olarak Anton Hanak’ı seçmiştir. 1934’de anıtın ön cephesi açılmıştır. Hanak’ın ani ölümünden sonra Josef Thorak’ın yaptığı arka cephesinin açılışı 1935’de gerçekleştirilmiştir. Anıtın ön ve arka yüzündeki kabartmalarda, güvenlik görevlileri halkın zor durumdaki bireylerine yardım ederken gösterilmiş; güvenlik içinde çalışan işçi, zanaatkâr, çiftçi ve sanatçılar tasvir edilmiştir. Bugün emniyet güçlerinin bakımsızlıktan ağlamaklı Güven Park’ta konuşlandırılıyor olması, anıtın mesajını/hakkını teslim etmek için mi (!)düşüncesini akla getirmektedir. Heykeltıraş Rodolf Belling tarafından 1944-45’te A. Ü. Ziraat ve Veterinerlik Fakültesi Yerleşkesine dikilen İsmet İnönü Heykeli’ni de unutmamak gerekir. Günümüzde sanata özellikle de kamusal alanda sergilenen heykellere yapılan saldırılar, sansürler, örneğin Su Perileri’nin akıbeti düşünüldüğünde bir ülkede sanatın ihmal edilmesi, gelişmemesi geri kalmışlığın da göstergesi olarak yorumlanmaktadır.
GÖK DELENLER-UFUK KIRANLAR
Dünyada insan yaşamında ve tabiatta değişimin önüne geçmek mümkün olmadığı gibi kentlerin büyümesi ve gelişmesi de kaçınılmazdır. Ancak Ankara yitirilmemesi, korunması gereken yapıları, binaları, mahalleleri, yeşil alanları ile peyzajını, kimliğini ve yaşantısını kaybetmemelidir. Bu koruma bilincine, dünya görüşüne önce yetki sahipleri sonra da kentli sahip çıkmalıdır. Bir kıyı çocuğu olmama rağmen bu kentte yaşamayı seven biri olarak, bir kentli olarak yine yapılaşma, yine beton, yine “gök delenler”, yine “ufuk kıran” yüksek katlar, yine kentin üstünde oluşacak ısı adacıkları, yine sıcak, yine esmiyor nidaları, yine sağanak, yine altyapısızlıktan mütevellit su baskınları yerine kentin odağında bir yaşam alanı, nefes alınabilen saklı bir vaha yaratılmasını isterim. Eskişehir yolu gibi ana arterlerde ilerlerken bir kara delikte yol alıyormuşçasına boğuntu hissine kapılmayı hiç arzu etmem; bahçeli evlerin, mıntıkasını yeşillendirmiş küçük apartmanların havasının, manzarasının katledilmesini de… Mevcut zihniyetin devam etmesi durumunda ne olur diye merak ederseniz, dilerseniz bir alıntı ile noktalayalım:
“Damıtılmış sıkıntı burada!
Eğlenceli sıkıntıdan gına gelenlere…
Derin bir soluk al..
–istersen bırakma…”