Ömer Seyfettin, Yunus Nadi ve Orhan Kemal ödüllerinin sahibi Gülseren Engin, “Cehennemde Bir Ada”, “Yorgun ve Yaralı”, “Kurutulmuş Çiçek Bahçesi” ve “Geç Kalan Öyküler”den sonra Heyamola Yayınları’ndan ‘Türkiye’nin Kentleri’ serisinin kitabı olan “Sancılı Kent Ankara” ile okurlarının karşısına çıktı. “Gözümü açıp gördüğüm ilk kent İstanbul, ikincisi de Ankara…” cümlesiyle tanık olduğumuz yazarın yaşamı, Ankara’nın yaşam öyküsüyle birlikte ilerliyor. M.Ö Hattiler döneminden başlayan kent tarihi, 1940’larda yazarın kişisel tarihiyle kesişerek, dönemin sosyal ve siyasal olaylarının belgesel titizliğiyle anlatıldığı bölümleriyle 1980’lere erişiyor. Kitapta anıların, tarihin ve kurgusal anlatımın iç içe geçmesiyle edebi tat yakalanırken; yazar, okuruna küçük sürprizler yapmayı da ihmal etmiyor. Fantastik yolculuklarda karşımıza çıkan Anka, Kyra ve Kiraz isimli kadınlar, okuru yalnız bırakmayarak satır aralarından göz kırpıyor. Gülseren Engin, kitabını ve Cumhuriyetin başkentinde geçirdiği uzun yılları, Ankara Hürriyet okurlarıyla paylaşıyor…
“ANKARA'DA 30 YIL YAŞADIM”
-Tıp doktorusunuz ve romanlarınız, öyküleriniz, tiyatro oyunlarınız, ödülleriniz var. Yazın serüveninizden kısaca bahseder misiniz?
Yazmaya ortaokul sıralarında roman denemeleriyle başladım. İlk şiirim 1963’de henüz 17 yaşındayken Gözgü Dergisinde, ilk öyküm 1965’de 19 yaşındayken Ankara Sanat adlı dergide yayımlandı. 14. kitabım “Ağlama Smyrna Döneceğim” adlı roman; bu yıl yayımlandı. Yakında iki kitabım daha yayımlanacak. Halen pek çok dergi ve gazetede yazmaktayım. Bu yıl ellinci sanat yılımı kutluyorum.
-Kitabınızı nasıl bir iç yolculuğuyla yazdınız ve Ankara, neden “Sancılı (bir) Kent”?
“Sancılı Kent Ankara” adlı kitap Heyamola Yayınlarının bir dizi kent kitabından biriydi. Ben de otuz yıl Ankara’da yaşadığım için bana bu kitabı yazmamı teklif ettiler. Ismarlama kitap yazmak çok zor. Ayrıca bir kenti tarihini anlatmadan yazamazsınız. Bu da uzun ve kapsamlı bir araştırma demek. Benden istenen Ankara’nın tarihi yanı sıra orada geçen kendi tarihimdi. Ayrıca ben tarihçi değilim. Tarih kitabı yazmıyorum. Kuru bir tarih anlatısı yapmamalı, anlattıklarımı kanlı canlı bir öyküye dönüştürmeliydim. Bu yüzden araya öyküler serpiştirerek anlattığım tarihsel dönemleri okurun kafasında canlandırmak istedim. Yazım süreci bu nedenle zor oldu. Öte yandan insanın kendi geçmişine yolculuğu da sancılı bir süreç; ancak yazmayı bitirdiğimde, “Tamam, oldu” dediğimde bu en sevdiğim kitaplardan biri oldu. Kitabın adı kendiliğinden oluştu. Ankara pek çok sancılı, sıkıntılı dönemden geçmiş bir kent. Araştırmalarımda bunu öğrendim. Hâlâ da çeşitli sancılar çekmekte. Bu nedenle adını “Sancılı Kent Ankara” koydum.
-Fantastik öyküler ve anılarla örülmüş olsa da, “Sancılı Kent Ankara” gibi anı-tarih türündeki kitaplarda ve tarihi romanlarda, kitabın yazarına nasıl bir sorumluluk düşüyor?
Gerek tarihi romanlarda, gerekse bu tür kitaplarda yazarın çok iyi bir araştırma yapması, sadece resmi tarihe dayanmayıp anı, belge, günlük gazete vb. resmi olmayan tarihi belgeleri de ele alması ve olabildiğince doğruları okura aktarması gerekir. Kitabın sonuna koyduğum kaynakça isteyenlerin araştırma yapabilmeleri için. Tarihi romanlarımda da kaynakçayı bu nedenle koyuyorum.
“KAYBOLAN SADECE MEKANLAR DEĞİL, KENDİ GEÇMİŞİMİZ”
-Türk edebiyatının önemli yapı taşlarını oluşturan pek çok ismin, bir dönem Ankara’da yaşamış olması, kent ve insan ilişkisini sizce nasıl biçimlendirmiştir?
Ankara’nın başkent olmasından sonra pek çok sanatçı gibi edebiyatçılar da Ankara’ya yerleşmişler. Atatürk’ün sanatçıları daveti ve onlara iş ortamı yaratması da kuşkusuz bunda önemli rol oynamış. Kısa zamanda kültür başkenti niteliği kazanan Ankara tüm sanatçılar için çekim merkezi haline gelmiş. Elbette yazılan şiir, hikâye ve romanlarda Ankara ve onun etkileri yer aldığı gibi bu eserleri okuyanlar için de Ankara kültür ve çekim merkezi olmuştur. Gelişmekte olan bu kentte sanatçılar uygar bir yaşam oluştururken diğer insanlara da örnek olmuşlardır. Halkımızın Atatürk’ün devrimlerine ve ülkemizin kısa zamanda uygar yaşama uyum sağlamasında kuşkusuz bunun rolü büyük olmuştur diye düşünüyorum.
-Yazar kimliğinizle kendinize ve anılarınıza yaptığınız yolculukta karşınıza çıkan Ankara’nın hızlı dönüşümü, üzerinizde nasıl bir etki bıraktı?
Türkiye’nin pek çok kenti gibi Ankara’da çok hızlı bir değişim gösterdi. Bunun iyi yanları da var, kötü yanları da… Anılara yolculuk yaptığınızda kentteki değişiklik sizi şaşkına çeviriyor. Eski günlere ait izler ararken beton yığınları arasında kayboluyorsunuz. Geçmişten hiçbir iz kalmadığını görerek hüzünleniyorsunuz. Kaybolan sadece mekânlar değil kendi geçmişinizin de kaybolduğunu görüyorsunuz. Sanki o kentte hiç yaşamamışsınız gibi… Bir yok olma duygusu…
“TARİH BİLİNCİMİZ YOK”
-Sanatçıların, bilim adamlarının ve yazarların uğrak yeri olan mekânlar, yabancı ülkelerde varlığını sürdürürken; Şölen, Karpiç, Set Kafeterya ve Piknik’in genç kuşaklarca tanınmaması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ne yazık ki bizde tarih bilinci yok. Ne yöneticilerimizde ne de halkımızda… Avrupa’da kentler tarihleriyle, tarihi eserleriyle övünüyorlar. Sanatçıların yaşadıkları evleri müze yapıyor, yemek yedikleri tarihi restoranları, kaldıkları otelleri, oturdukları kafeleri özenle koruyorlar. Ne yazık ki bizde rant uğruna hepsi yıkılıyor, yerine beton bloklar, alışveriş merkezleri ya da oteller yapılıyor. Oysa biz dünyayı çocuklarımızdan, torunlarımızdan ödünç aldık. Kentleri de… Onları korumak zorundayız. Çocuklarımız, torunlarımız yaşadıkları kentin tarihi ve kültürel değerlerini tanımalı. Tanırlarsa onu korur, sonraki kuşaklara teslim ederler.
-Devlet konservatuarı, Devlet tiyatrosu ve Opera binasının kazandırılmasıyla Ankara 1940‘larda kültür başkentidir. Şimdilerde, Ankara’nın sanattan ve kültürden giderek uzaklaştığını düşünüyor musunuz?
Ne yazık ki öyle. Sadece Ankara’da değil pek çok kentte tiyatrolar, sinemalar kapanıyor. Kültürel etkinlikler bir bir sona eriyor. Bir avuç sanatçının direnişi ve çabası her zaman yeterli olmuyor. Örneğin son bir kaç yıldır “Ankara Öykü Günlerinin” yapılamaması bile bunun göstergesiydi. Yeniden gerçekleşmesi ise umut verici. Ankaralı sanatçılar el birliği ile etkinlikler yapmalı ve sürdürmeliler.
“DEĞERLERİMİZ OBURCA YOK EDİLİYOR”
-Yurt dışında yüzyıllar öncesine ait yapılar, tarih bilinciyle korunurken; bugün Ankara’nın simgesi olan binaların, heykellerin, parkların ve meydanların yok olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Az önce belirttiğim gibi bu tarih bilincinin olmamasıyla ilgili. Bütün bunlar hem kentin tarihini hem de kendi tarihimizi yok etmek… Yönetimler büyüyen, gelişen ve gereksinimleri artan kente yeni mekânlar açmalı; ama bunu yaparken eskileri yıkarak, yok ederek değil koruyarak yapmalılar.
-“Burası çorak Ankara’nın orta yerinde kısa zamanda oluşmuş bir vaha gibi…” dediğiniz Atatürk Orman Çiftliği arazisinin sit derecesi düşürülerek, yapılaşmaya izin verilmiştir. Marmara gazinosunun adı unutulmuş, Merkez lokantası kapanmıştır. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
İnanın içim yanıyor. “Atatürk Orman Çiftliği “bize Atamızın armağanı. Onu yok etmeye kimsenin hakkı olamaz. Gözü dönmüş bir rant hırsıyla hiçbir şeyi umursamadan oburca yok ediliyor değerlerimiz. Ayrıca kentin merkezinde oluşu arsa olarak görülmesine yol açıyor. Oysa Avrupa kentlerinin orta yerinde çok geniş parklar, yeşil alanlar vardır. Bunlar kentlilerin soluk almasını, doğayla buluşmasını sağlar. Ayrıca orası tarihi mekân.
-13 Ekim 1923’ten beri Cumhuriyet’in başkenti Ankara’nın, 90’ıncı yılına eriştiğimiz 2013’te, hangi yönleriyle öne çıkmasını istersiniz?
Ankara bozkırda doğan bir büyük kent. Keşke sadece siyasetle anılmasa… Bilim ve kültür başkenti olsa… Sanatçıların ve sanatseverlerin buluştuğu, karşılıklı etkileştiği bir kente dönüşse. Umarım bu dileğim gerçekleşir.