Ahmet TAŞGETİREN yazdı…
Genelkurmay ne yapsın?
Denir ki:
-Askerlerde genelde bir Mustafa Muğlalı sendromu vardır.
"Muğlalı Olayı" 1943 yılında, Van'ın Özalp ilçesinde, 33 Kürt köylünün hayvan kaçakçılığı iddiası ve 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle yargısız olarak kurşuna dizilmesi ve 32'sinin ölümü, birinin kaçması ile sonuçlanan olayı anlatıyor. Muğlalı Paşa, bu olayda sorumluluğu olduğu gerekçesiyle yargılanıyor ve idama mahkum oluyor. Aldığı ceza yaşı sebebiyle 20 yıl hapis cezasına çevriliyor. Askeri Yargıtay kararı bozuyor ancak ikinci yargılamayı göremeden Aralık 1951'de hapishanede ölüyor.
Muğlalı sendromu, 1984'ten bu yana Doğu-Güneydoğu'da terörle mücadele kapsamında yapılanlar sebebiyle gündeme geliyor.
-Acaba terörle mücadele diyerek ne kadar yargısız infaz yapıldı? Bu yapılanlar, terörle mücadele adına görmezden gelinmeli mi?
Şu anda Albay Cemal Temizöz, böyle bir suç isnadıyla yargı huzurunda.
Benzeri bir durum, darbe girişimi ile yargılanan yüksek rütbeli askerlerle ilgili. Onlar da herhalde "Cumhuriyeti koruma ve kollama" misyonu çerçevesinde böyle işlerin içine girmiş olmalıdırlar.
-Acaba, "Cumhuriyeti koruma kollama" misyonu çerçevesinde yapılanlar mazur görülmeli mi?
JİTEM'in varlığı yıllarca tartışılmış.
Askeri kanat, "JİTEM yok" demiş.
Oysa 12 yıl önce, Hanefi Avcı, Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede "JİTEM var" demiş ve "rutin-dışı" eylemlerini anlatmış.
Şimdi aynı Hanefi Avcı bir kere daha "JİTEM var, hatta JİTEM'ci Cem Ersever'i JİTEM öldürdü" diye açıklama yapıyor.
-Böyle bir durumda hâlâ JİTEM'in yokluğuna göre kurgulanmış bir tavır savunulabilir mi?
Şu tanıklıklar, Albay Temizöz'ün suçlandığı 12 korucunun, Ormancık köyünden götürülüp, Tabur'da gerçekleştirilen infazla ilgili:
Taburda infaz edildiği öne sürülenlerden Yusuf Çelik'in eşi olan ve ölüm yürüyüşünü yaşayan en önemli tanıklardan 43 yaşındaki Amina Çelik, olay günü 8.5 aylık hamile olduğunu anlatarak, "Fatih Astsubay'ın dipçik darbeleriyle karnımdaki kızımı düşürdüm. 7 gün aç susuz ve sancılar içinde 4 çocuğumla yürüyüp sınırı geçtim. Aradan 15 yıl geçti ama acımız hâlâ ilk günkü kadar taze" demiş.
Askerler köyü bastığında 8 yaşında olan, öldürülen Casim Çelik'in 23 yaşındaki oğlu Azat Çelik "Babamı gözlerimin önünde 6 asker birlikte dövüyordu. Sonra onları kanlar içinde götürdüler. Yıllarca kâbus gördüm. Köyden çıktıktan sonra 7 gün yürümek zorunda kaldık. Yiyecek bulamadığımız için ben ve bazı çocuklar babalarımızın bize aldığı ayağımızdaki lastik ayakkabıları yedik" demiş. Dayak yiyen ve işkence gören koruculardan 45 yaşındaki Ebubekir Sevli ise "Bizi çırılçıplak soyup saatlerce dövdüler. Benim sırtımı ısınmış silah süngüsüyle dağladılar. Ölmekten beter olduk. Evlerimizi yakıp hayvanlarımızı öldürdüler. Türkiye'de Halepçe'yi yaşadık. O çığlık sesleri hâlâ kulaklarımda" diye konuşmuş.
Ne yapmalı bu tanıklıkları?
Kim bilir belki de Ordu içinde, Genelkurmay'a, "Bunlar terörle mücadelede ya da Cumhuriyeti koruma kollama işinde kaçınılmaz şeyler" gibi itirazlar yöneliyor, Genelkurmay'ın tavır koyması isteniyordur. Albay Temizöz gibilerinin yargılanması, bir tür "Kurban verme" olarak telakki ediliyordur.
Ama böyle insanlık dışı hadiselerin arkasında durma imkanı yok. Savaşın bile kanunu var , o çerçevede savaşılacak ve kanunsuz bir talep, emir bile olsa uygulanmayacaktır.
Kaldı ki, şu yapılanlar, bizzat terörle mücadelenin ruhuna aykırıdır. Çünkü bu tür tavırlar, yaşanan ortamı terörist üreten bir bataklığa çevirecektir, çevirmiştir. PKK'nın, 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi'nin vahşet ortamında doğduğu iddiaları boş değildir.
Onun için yaşanan süreçte Genelkurmay'ın da köklü bir özeleştiri yapma zarureti ortaya çıkıyor. Burada, terörle mücadeleyi sürdürmekle, hukukun dışına çıkmak arasında çok ince bir çizgi bulunduğu doğrudur. Ama devlet olmakla, terörist örgüt olmak arasındaki farkı da o ince çizgi belirliyor.
"Türkler"
Kürt meselesine çözüm ararken, kullanılan dilde hassasiyet önem arz ediyor. Bu noktada olayı Türkler'le Kürtler'in pazarlığı biçimine dönüştürmek kadar büyük yanlışlık olamaz.
Şimdi şu ifadeye bakın:
"Sorunu çözmek isteyenlerin sadece iki şeye ihtiyacı var.
Cesaret ve gerçekçilik.
Ama bu sadece Devlet ve Türkler için geçerli değil.
Kürtler'in de cesur ve gerçekçi olması gerekir.
Şu gerçekçi tespitten başlayalım.
Kızsak da içimize sindiremesek de Kürt sorununun çözümünde PKK dikkate alınması gereken bir aktör haline geldi.
Ama PKK'nın da en az Türkler kadar gerçekçi olması gerekir."
Bu ifadeler, Hürriyet'in Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök'e ait. Bir yanda Kürtler, öteki yanda Türkler... Bir yanda PKK, öteki yanda Türkler... Nasıl oluştu bu dil, anlamak mümkün değil. Bu bilinçli bir seçim mi, yoksa özensiz bir sözcük kullanımı mı? Her iki halde de problem. Tabii, "PKK'ın Kürt sorununda dikkate alınması gerekli bir aktör haline gelmesi" yargısı da ayrıca problem. Anlaşılan Özkök, DTP Grup Başkanvekili'nin, "Özkök İmralı'ya gitse önemli mesafe alınır" sözlerini çok ciddiye almış bulunuyor.